14 Eylül 2009 Pazartesi

Rönesans'a 'tercüme'

Bir kültürün diline tercüme edilebilir mi? Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki 'Medicilerden Savoylara Osmanlı Görkemi' adlı sergi bu soruya ilginç yanıtlar verebilir.

Daha önce de yazmıştım. 'Babamın arkadaşları'ndan Hayri amca ilginç bir insandı. Müthiş kültürlü, zamanının çoğunu sadece okumakla geçiren birisiydi, bir bilgindi. Çocuklarına da çocuklara da özel bir ilgisi vardı. İki kızının eğitimiyle bizzat ilgileniyordu. Milli Eğitim Bakanlığı müfredatına göre hazırlanmış ders kitaplarıyla eğitim olmayacağına inanmıştı. Bunun üstüne eşi Emel hanıma günler geceler boyunca müfredatlarda yer alan çeşitli derslerin bin bir türlü konusunu dikte ederek 'alternatif ders kitabı' yazmaya başlamıştı. Çocukları bu kitaplara çalışarak hazırlanıyordu sınava.
Kızları benden büyüktü. Aradan zaman geçince sıra bana geldi. Hayri amca sayısız kitabı bana aktardı. Okumaya başladım. 'Eseri cedit' (dosya kâğıdı; o öyle derdi) kâğıtların bir yüzüne el yazısıyla yazılmış o metinlerin farkını daha o vakitler bile anlamamak olanaksızdı. Hele tarih, psikoloji ve sosyoloji metinleri başlı başına bir kültürel çalışmaydı. Değerlerini, daha sonra, muadilleri olan Amerikan kitaplarını okuyunca büsbütün anladım.
O metinlerden birisi ve beni nedense daha o zaman bile en çok çekmiş olanı Rönesans'tı. Resmi ders kitaplarında sıradan ve diğerleriyle aynı ağırlıkta bir konu olarak geçirilen Rönesans, Hayri amcanın anlatımıyla bambaşka bir ufuk açıyordu insana. O sıralarda yanına gidip geliyordum. (Ortaokul yıllarım bunlar...) Her defasında saatlerce konuşmuş olarak ve koltuklarımın altı kitaplarla, plaklarla yüklü dönüyordum eve. O görüşmelerin neredeyse hepsinde söz Rönesans'a, Yunan, Roma ve Batı Avrupa klasiklerine geliyordu. Bir yandan da onları okuyordum. Sonrası daha zevkliydi; çünkü, üstünde konuşuyorduk. Hayatım boyunca, özellikle görsel Rönesans sanatıyla bir aşk ve nefret ilişkisi yaşadım. (Bütün aşklarda olduğunca, nefret bir türlü aşkı bitirememekten kaynaklanıyor.)
Şimdi Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi'nde devam eden, Medici koleksiyonu başta olmak üzere çeşitli birikimlerden derlenmiş Osmanlı ve Osmanlı'yla ilgili çok sayıda yapıtı derleyen sergi bu anılarımın depreşmesine neden oldu. Ayrıca, serginin, toplum olarak Rönesans'ı hatırlamamız için de bir vesile teşkil etmesi beni ayrıca sevindirdi.

Rönesans eşİttir Batı'nın temelleri
Rönesans'ı tanımamak bana göre Batı modernitesinin temel kaynaklarını, kavramlarını da bir türlü özümseyememekle eşanlamlıdır. Sadece bir kültür sanat çıkışı olarak bildiğimiz bu hamle, bize, 16. yüzyılda başlamış olan, burjuvazinin tarihe el koymasıyla doruğuna ulaşan bir büyük sürecin siyasal ve toplumsal boyutlarını tanımak olanağını verecektir. Kuşkusuz Rönesans'ın çok kendisine özgü bir yapısı var. İtalyan şehir devletleri, Halil Berktay'ın metninde belirttiği gibi başını, ortasını ve sonunu belirleyen Floransa, Roma ve Venedik'in kendisine özgü nitelikleri, o kentlerde gelişen siyasal oluşumlar, oligarşiler bugünkü Avrupa düşüncesinin ve siyasal sistemlerinin özünü meydana getiriyor. Buna bağlı olarak iki önemli husustan daha söz etmek gerek.
Bunların ilki, Halil Berktay'ın Medici sergisi için hazırladığı metinlerinde açıkladığı hümanizma kavramı. Bizde çok az tanınan, gerçek mahiyeti hemen hemen hiç bilinmeyen bu düşünce, uzak açılımlarıyla bugünkü manasında 'insan' dediğimiz kavramın oluşumuna işaret ediyordu. Bu insan, modern insan, Harold Bloom'un, 'Shakespeare: İnsanın İcadı' isimli yapıtında belirttiğine göre uzun bir arayıştan ve 'tasarım'dan sonra ilk kez bu büyük İngiliz oyun yazarı ve şairi tarafından biçimlendirilmişti, 16. ve 17. yüzyıllarda. (Foucault da bu insanı hep 17. yüzyıl çerçevesi içinde ele alır.)Ama kaynağı Rönesans düşüncesiydi. İkincisi, Rönesans'ın hümanizm kavramı, biraz uzak bir akraba gibi de dursa, Aydınlanma'nın insan düşüncesine yol açıyordu.
Geniş ölçüde Aydınlanma dönemi felsefecileri aracılığıyla oluşan ve o düşüncelerin siyasallaşması demek olan Fransız Devrimi'nin kurduğu yapı gene ancak Rönesans'a gidilerek anlaşılacak bir şeydir. Yine çok önemsenecek bir başka husus Rönesans'ın görselliği, görsel ideolojisidir. Bu ideoloji doruğuna perspektifin bulunmasıyla varıyor. Bir geometrik/matematik sistem olsa bile perspektifin özü ancak yukarıda değindiğim hümanizma kavramının irdelenmesiyle kavranabilir. Ancak 20. yüzyıl başında kübizm'in büyük hamlesiyle aşılabilen bu oluşum da bir ideolojik yansımaydı sonunda. Ressamın baktığı açıyı dünyanın merkezi haline getiren bu model insanı da böylece dünyanın merkezine yerleştiriyordu.
Sabancı Müzesi'ndeki sergi bütün bunlardan başka bize çok önemli bir başka sorunun üstünde düşünme olanağı veriyor: Rönesans (uygarlığı) başka bir kültürün diline tercüme edilebilir, başka bir kültürün kodlarıyla birleştirilebilir mi? 'Niye Rönesans onlarda oldu bizde yaşanmadı' demek tarih dışı bir soru sormak olur. Ama bu sergi bize bir kültürün bir başka kültürü ve bilinci kendi diline (ki, ideolojisi demektir) nasıl taşıdığının muhteşem bir örneğini sunuyor. Yirminci yüzyılın sonunda çok tartışılan bu olgu, kültürler arası etkileşimin dip sorunları bu sergiyle birlikte somutlaşıyor.
Kaldı ki, Osmanlı, Rönesans bağlamında ne ifade ediyordu ve bu kültürün 'başka bir kültür', 'öteki' kültür olarak oluşması, Rönesans döneminde Batı'dan, orada olanlardan etkilenmesi başlı başına bir araştırma konusudur. Osmanlı'ya mektuplar yazan Leonardo'dan saraya gelen Bellini'ye kadar onca etkileşimi bu sergi yeniden önümüze getiriyor. Tabii, her zaman olduğu gibi, 'görmek isteyenler' için.