19 Eylül 2009 Cumartesi

Güneş şımarması

Nur Çintay A.

Yeni yılın bu ilk makalesinde ortaya bir soru atmak isterim, dear okur:
Nedir bu güneşin güzelliği?
Şu anda aslında bir gazete yazısı değil de, mesela 'Seni Seviyorum Demenin 2004 Yolu', 'Benim Olduğun İçin Teşekkürler', 'Mutlu Olmak İçin Bir Güneş Yeter' filan tipi kenar süslü kitap attırma havasındayım. O derece sevgi pıtırcığı, aşk tomucuğu, şen kelebek haline sokuyor güneş insanı.
Nasıl şefkat çiçekleri açmakta sevgi bahçelerimin hoyrat kuytularında, yani öyle böyle değil.
Peri olayım, evrenin tüm canlılarının hatırını sorayım. Koştura koştura düşlerini gerçekleştireyim. Alışkın olmadığım bir iyi niyet ve coşku basması içindeyim.
Mütemadi bir yapışma/ öpüşme/koklaşma hali var bir de. Ama bu, alışkın olduğum bir basma çeşidi. Evin klasik dokumalarından. Lakin o da yükselme trendinde.
El ele tutuşulsun, salıncakta sallanılsın, kahvaltı hiç bitmesin, çimenlerde yürünsün, kırlarda koşulsun, sonra bir bakılsın aaa mayıs gelmiş... Budur bugünkü arzularımın özeti. Ayrıca da tavsiyem, aşağıda esaslı bir yazı beklememeniz yönündedir.
Bu kadar güneşli bir 1 Ocak'tan daha nefis ne olabilir?
Bu kadar güneşli bütün bir yıl mı?
Öyle diyelim, öyle olsun. Yüreğiniz sevgiyle dolsun, temennisiyle bitirmekten de alamıyorum kendimi.


Arkadaş seçiminde teras faktörü

Bir soru daha atalım ortaya:
Arkadaş seçiminde önem verilmesi gereken temel unsurlar nelerdir?
Tamam, çok sevgi pıtırcığıyız da, yani nereye kadar?
Mesela iyi insan olması yeter mi?
Dürüst olması? Zeki olması? Tatlı, fedakâr, kibar, neşeli, akıllı, becerikli vs. olması?
Sizi sevmesi?
Yazınız bir kenara: Yetmez!
Peki arkadaşınızın mesela koca bir terası, terasında Nişantaşı tasarımlarını ezip geçen dekontrakte şıklıkta çamları, çıtırdayan şöminesi, kestaneli ve tombalalı ev partisi, hepsinin üstüne bir de acayip sıcak şarap yapan kocası varsa...
Yani ne diyeyim! İşte o arkadaşınız, tadından yenmez. Levon pastasıdır adeta.
Bu yılbaşı derdi, bu sene beni gerdi.
Havalı program, bize uymaz.
Nişantaşı sokak partisi desen, keçiboynuzu misali, köprüde çektiğin eziyete değmez.
İyi, evde pinekleyelim. Orada da var hafiften direnç, bir fındık tanesi dahi alınmamış.
Sıradan akşam muamelesi yapayım desen, serde o derece cool'luk mevcut değil.
Ne varsa eski arkadaşlarda var!
Ve bugünkü kış güneşinin nasıl sersem eden, iyi eden, dumur eden bir yanı varsa, şöminenin ateşinin de aynen öyle bir etkisi var. Maytapların da. O kadar laf ederiz; sağdan soldan atılan havai fişeklerin de. Bizim attığımız füze ve süper sis yan etkili meşalelerin de.
Böyle de kıskandırayım!
Fakat tombaladaki bahtsızlığım nedir? Ayrıca tombala, bir kumar sayılabilir mi? Bunda kaybetmiş olmak, hayatın başka alanlarında kazanç vaat eder mi?


Hindi işkencesine dur diyelim!

En vahim yılbaşı dayatması: Hindi dolması.
Şimdi diyeceksiniz ki vatandaş yiyecek ekmek bulamazken neyin hindisi? Demeyiniz.
Bu hindi meselesi, asap bozuyor.
Sorarım: Şu hayatta iyi bir hindi dolması siftahınız var mı?
Bir soru, bir soru daha:
Hindi dolmasının pişmesi mümkün müdür? Pişse bile yumuşak olan bir hindi dolması, hatta dolmasından vazgeçelim, bir hindi, görülmüş mü? Hindi ve yumuşak kelimeleri aynı cümlede kullanılabilir mi? Aynen, hindi ve lezzet kelimeleri... Lezzetli olmak, hindinin doğasına mı aykırı?
Peki o zaman, yılbaşındaki bu manasız, azap verici, daima sert, daima lezzetsiz hindi dayatması niyedir?
Rejim zamanlarının en başlıca yemeği olan göğüs tavuktan bile daha kuru ve saman tadında olan hindiye, yılbaşı sofrasının en vazgeçilmezi unvanını vermek, sizce adeletli midir?
Yılbaşı hindileriyle olan imtihanımızı bu sene de veremedik. Bir keresinde bizim evdeki yılbaşı yemeğinde, hindiyi servis yaparken 2 bıçak kırmıştık. Çiğneme aşamasında çöken yorunluk ise, 2 gün çıkmamıştı.
Dün akşam da yemeğe, yemeklerini hep çok beğendiğimiz bir yere gittik. Ve hindi dolması olayına, artık burada da olmazsa, hiçbir yerde olmaz diye girdik. Yine fiyasko. Yılın son saatlerini, çene kaslarımızı haddinden
fazla çalıştırarak geçirdik.
Bu hindi ıstırabına kimse dur demeyecek mi?


Ajanda gerçeği

Bir diğer yılbaşı dayatması: Ajanda.
Ajanda gerçeğine de şimdiye kadar iyi niyetle yaklaşmaya çalıştım. Bu çok enlemesine yayılmış, şu çok dikine gitmiş, öbürü fazla büyük, beriki cırtlak siklamendi. Ama ruh ikizi ajandamın bir gün karşıma çıkacağına ilişkin inancımı yitirmedim.
Fakat bu sene artık anlamış bulunuyorum ki, ajanda fena bir şey. Resimleri ne kadar güzel olursa olsun, bir kere o kutu kutu pense haliyle insanı sınırlıyor. Sıkıştırıyor. Yüzüne vuruyor: Belki yok benim 3 gün üst üste mühim toplantım, hayati randevum, havalı sosyalleşmem. Ne yapalım yani ölelim mi? Niye üstüme geliyorsun?
Halbuki defterin insanı yargılamayan o yumuşak ve nötr hali...
Hele ki kenarı spiralli bir defter düşünün. Yaprakları kopartılabilen. Size bağımsızlığınızı veren. Çizgisiz. Karesiz. Düz beyaz. Ölürüm!
Bu sene sanki bu yönde bir eğilim olmuş. Yine eski usül ajanda bombardımanına maruz kalındı tabii. Ama birkaç tane de düz beyaz defterimsi eser geldi. Talebimde yalnız değilim galiba.